7242 sayılı “İnfaz” Kanunu Yönünden “Amaç ve Sistem Sorunu”

Bir hukuk devletinde -yahut hukuk devleti olma iddiasında olan herhangi bir devlette-, regülasyon yetkisini kullanan ve bu suretle bir bakıma millet iradesini temsil eden makamlar, serbestçe hareket edemezler. Konu ile sınırlandırarak söylemek gerekirse, meclis, kanun yapımında birtakım prensiplerden hareket etmek durumundadır. Hukuk devletinden bahsedilince de kanunlaştırmanın, her halükarda hukuksal ilkelere göre yapılması zaruridir.

Yine, Yeniden Torba Yasa

7242 sayılı Kanun bakımından ilk sorun, Kanunun, Anayasa hukukunda teknik manada yeri bulunmayan ancak hukukumuzda uzunca bir süredir uygulanan “torba yasa” usulüne göre yasalaşmış olmasıdır. Nitekim Kanunun içerisinde, Ceza İnfaz Kanunu, Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu, Çocuk Koruma Kanunu, Terörle Mücadele Kanunu, Hakimler ve Savcılar Kanunu gibi farklı kanunlarda değişiklik öngören düzenlemeler mevcuttur. Bu usul, bir kanun teklifinde yer alan metinlerin tamamının tek bir konu etrafında tartışılmasını ve anlaşılmasını güçleştirerek bir karmaşa yaratmaktadır. Bu nedenledir ki M.Ö. 68’de, Konsüller Q. Metellus Nepos ve T.Didius’un teklifi üzerine yasalaşan[1] ve bu tür sorunların önüne geçilmesini amaçlayan bir Roma Hukuku metni olan lex Caecilia Didia’dan[2] günümüze, farklı konuları düzenleyen kanun tekliflerinin tek bir norm kapsamında görüşülüp yasalaşması kabul görmemiştir.

Ayrıca tatbikatımız yönünden kanunlarda yapılan son dakika değişiklikleri, zaman baskısı, üniversitelerin ve ilgili diğer kurum/kuruluşların, kanun tekliflerini değerlendirme sürecine aktif katılımının sağlanamaması, tekliflerin ekonomik ve sosyal etkilerinin değerlendirilmesindeki eksiklikler yanında, TBMM İç Tüzüğünün 31 inci maddesi dolayısıyla STK’ların ve diğer çıkar gruplarının TBMM’de komisyon çalışmalarına katılamaması gibi hususlar, torba kanunların sıhhatini tartışma gereksinimini ortaya koyan ilave etkenler olarak sayılabilir.

Cezaevlerindeki Doluluk

7242 sayılı Kanunla öngörülen ve kamuoyu nezdinde bilinen en önemli düzenleme, denetimli serbestlik ve koşullu salıverilme sürelerinde yapılan değişiklikle, 90 binin üzerinde hükümlünün infaz kurumlarından salıverilmesine ilişkindir. Söz konusu değişiklikten yararlanma imkanına sahip olan hükümlü sayısı dikkate alındığında, kanun değişikliğinin amacının infaz kurumlarındaki doluluğu azaltmak olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu amaç dolayısıyla, birtakım kayıtlarla “kişilere karşı işlenen suçlarda” infaz indirimi sağlandığı anlaşılmaktadır. Buna karşılık “devlete karşı işlenen suçlar” kapsam dışı tutulmuştur. Bu durumun, infaz indirimi öngörülen suç mağdurlarının tepkisine neden olması kaçınılmazdır.

Covid-19 salgınının ceza evlerinde sebep olduğu bulaş tehlikesi, seçimlerden bu yana dile getirilen “af” meselesinin “infaz indirimi” adı altında da olsa yasama organının gündemine taşınmasını kaçınılmaz hale getirmiştir.

Türkiye’de cezaevlerinin nüfusu, TÜİK verilerine göre[3] 2018 sonu itibarıyla 264.842 olup bunun 55.892’sini tutuklular, kalanını hükümlüler oluşturmaktadır. Bu rakamın güncelde toplam 300.000’e yaklaştığı, tutuklu sayısının 80.000’in üzerine çıktığı tahmin ediliyor. Özellikle tutuklu sayısının fazlalığı ve yıllar içerisinde tutuklu sayılarında gözlenen artışta, uzun yıllar boyunca tutuklamanın, bir koruma tedbiri olarak değil, cezanın peşinen infazı şeklinde uygulanması alışkanlığının payı olduğu söylenebilir. Ancak yine de rakamların münferit aksaklıklarla açıklanması mümkün gözükmüyor.

Yine TÜİK verileri, ülkemizde ceza infaz kurumu sayısının 389, toplam yatak sayısının ise 213.862 olduğuna işaret ediyor. Dolayısıyla 2018 Aralık itibarıyla cezaevlerindeki doluluk oranı, kapasiteyi neredeyse % 20 aşmış durumda. Bugün itibarıyla bu oranın % 25’e ulaştığını tahmin etmek güç değildir.

Adalet Bakanlığı verilerine göre[4] 2006 başından 2020 Mart ayına kadar 200 yeni ceza infaz kurumu yapılmış olup bu suretle 166.877 ek kapasite sağlanmıştır. 2010-2019 arasında ise mevcut infaz kurumlarına 36 bina ve açık birim ilave edilmiş ve bu suretle de yaklaşık 2.000 kişilik ek kapasite sağlanmıştır. 2019 Haziran verilerine göre 114 cezaevi ise yapım aşamasındadır.

Görüldüğü gibi devlet, yeni cezaevleri yapıp mevcutların kapasitelerini artırıyor ancak yine de bu çaba, hükümlü ve tutuklu sayılarını karşılamaya yetmiyor. Üstelik belli dönemlerde 7242 sayılı Kanuna benzer şekilde çıkarılan aflar yahut erken tahliyeyi sağlayan infaz düzenlemeleriyle birçok hükümlü tahliye edilmesine rağmen.

Peki ama neden?

Acaba, “cezaevi inşaatında yeterli performansı gösteremiyor muyuz?” Bu konuda tereddüt olmasa gerek. Dolayısıyla bu soruya, ceza infaz sistemimizdeki problemlere işaret ederek ve mevcut tabloyu ortaya koyacak şekilde cevap vermek gerekir.

Modern ceza hukukunda cezanın en önemli amacı hükümlünün ıslahıdır

Cezalandırmanın amacı, suç işleyen kişiye yalnızca kefaret ödetmek değil, ıslah ederek onun topluma kazandırılmasını, bir daha suç işlememesini, yani özel -bireysel- önlemeyi de sağlamaktır. Cezanın infazından beklenen, Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunda (İnfaz Kanunu) belirtildiği şekliyle; “… öncelikle genel ve özel önlemeyi sağlamak, bu maksatla hükümlünün yeniden suç işlemesini engelleyici etkenleri güçlendirmek, toplumu suça karşı korumak, hükümlünün; yeniden sosyalleşmesini teşvik etmek, üretken ve kanunlara, nizamlara ve toplumsal kurallara saygılı, sorumluluk taşıyan bir yaşam biçimine uyumunu kolaylaştırmak” olarak tespit edilmiştir (m.3). Buna karşılık yukarıdaki veriler, infaz sistemimizin, suç işleyen kişinin kanunda belirtildiği gibi ıslah edilmesi amacını gerçekleştirmek noktasında başarılı olamadığını gösteriyor. Zira cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlü sayısındaki artış nedeniyle oluşan kabarıklık, birkaç yılda bir azaltılmasına, cezaevlerinin kapasiteleri artırılmasına rağmen, birkaç yıl içerisinde yine aynı tablo ile karşı karşıya kalınıyor. Bunun ıslahtaki başarısızlıkla ilgisi şu, bu tablonun sürekli ortaya çıkmasında, ilk defa suç işleyenlerin sayısının artmasından ziyade, tahliye edilenlerin yeniden suç işleyerek infaz kurumuna geri dönmesi etkili oluyor. Örneğin 2016 yılında 671 sayılı KHK ile getirilen ve 6757 sayılı Kanunun 28 inci maddesiyle Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanuna geçici madde ilavesiyle (m.6) yasalaştırılan düzenlemeyle, bazı suçlar istisna tutularak, 1 Temmuz 2016 tarihine kadar işlenen suçlar dolayısıyla hükmedilen 4 yıl hapis cezaları yönünden hükümlüler, koşullu salıverme ve denetimli serbestlik hükümlerinden yararlandırılmış ve tahliye edilmişlerdi. Bu suretle tahliye olanların sayısı yaklaşık 40 bin civarındaydı. Ancak şüphe yok ki bunların ve o dönemde ceza almış olmakla birlikte söz konusu düzenlemeden yararlanarak cezaevine “girdi-çıktı” yapanların büyük bir çoğunluğu, yeniden suç işleyerek cezaevine girdi. Bu, yakın döneme bakıldığında 1991’de ve 1999’da çıkarılan af yasaları bakımından da geçerli.

İşin özü, cezaevlerindeki doluluğun münferit af/infaz yasalarıyla giderilmesinin, günü kurtaran, yara bandı mahiyetindeki bir çözümden öteye geçemediği açık. Bunun nedeni, denetimli serbestlik ve koşullu salıverilme kurumlarıyla tahliye edilenlerin bu zamana kadar devlet tarafından yeterince takip edilememesidir.

Ayrıca ifade etmek gerekir ki zaman zaman çıkarılan ve cezaların infazı yönünden dönemsel istisnalar getiren düzenlemeler, cezanın caydırıcılığını da olumsuz etkilemektedir. Ülkemizde genellikle sosyal birtakım olaylara tepki olarak ortaya çıkan ve bazı suçların cezalarını artırmayı öngören düzenlemelerin, suçlunun ıslahına katkı sağlamadığı bilinen bir gerçektir. Zira cezanın caydırıcılığı, kanunda öngörüldüğü haliyle ne kadar yüksek olduğuyla değil ne kadar tatbik edilebilir olduğuyla doğru orantılıdır. Bir de üstüne bu tür düzenlemelerle, cezanın infaz edilebilirliği ortadan kaldırılmamalıdır.

Koşullu salıverme ve denetimli serbestlikte iyi hal şartı

7242 sayılı Kanun ile İnfaz Kanunu m.89’da yapılan değişiklikle, cezaevinde bulunan hükümlülerin açık ceza infaz kurumuna ayrılmasında, bunlar hakkında koşullu salıverme ve denetimli serbestlik tedbirlerinin uygulanmasında esas alınmak üzere iyi halli olup olmadıklarına ilişkin değerlendirme yönünden öngörülen prosedür kuvvetlendirilmiştir. Şimdiye dek müşahede ettiğimiz şekliyle uygulamada, C.Başsavcılığınca hazırlanan müddetnamedeki koşullu salıverme ve denetimli serbestlikten yararlanma tarihleri otomatik şekilde uygulanıyor, hükümlü hakkında kişisel iyi hale dair bir değerlendirme yapılmıyordu. Bu da koşullu salıvermenin “af” gibi uygulanmasına sebep oluyordu. Dolayısıyla bu değişiklik, “otomatik iyi hal” uygulamasının önüne geçilmesi, koşullu salıvermenin gerçek manada amacına ulaşmasına hizmet etmesi bakımından önemlidir.

Ancak söz konusu değişikliğin, daha ziyade 2021 itibarıyla işletilmeye başlanmasının planlandığı dikkate alındığında, mevcuda bir katkısı olmayacağı açıktır.

Yeri gelmişken bir hususa daha dikkat çekmek gerekir. İnfaz Kanunu m.105/A (denetimli serbestlik) ve m.107 (koşullu salıverme) birlikte değerlendirildiğinde, uygulamada 2 yıla kadar hapis cezası almış hükümlülerin cezaevine girmesi söz konusu olmayacağından, bunların iyi halli olup olmadıkları da değerlendirilemeyecektir. Dolayısıyla bu kişiler bakımından iyi hal ile ilgili getirilen sistemin istenildiği şekilde ve tam manasıyla hayata geçirilmesi mümkün olmayabilir.

Hukuki düzenlemelerde, ilkelerden hareket eden ve adaletin tesisine yönelen düşünce tarzı ön planda tutulmalıdır

Bir infaz değişikliği ile cezaevlerinin yoğunluğu azaltılmak isteniyorsa, en azından bunun infaz hukukuna hakim olan ilkelerden hareketle ve adaletli biçimde yapılması gerekir. İnfaz aşamasında artık işlenen suç değil, hakkında ceza infaz edilecek suçlu ön plandadır. Bu bakımdan infaza ilişkin düzenlemelerde suçlardan değil, suç işleyen kişinin şahsından hareket edilmesi lazım gelir. Aksi takdirde, belli suçlar dikkate alınarak yapılan düzenlemelerin toplum vicdanına uygun düşmesi yahut siyasi açıdan konsensüs sağlayabilecek bir zemin oluşturması mümkün değildir.

Ayrıca buna af demekten ve infaz kanununa ilave etmektense, ayrı bir kanunla düzenleme yapmaktan da kaçınılmamalıdır.

İlkesel ve adaletli uygulama bakımından örnek olarak zikredilebilecek en önemli sorunlardan biri, 7242 sayılı Kanunda tutukluların kapsam dışı bırakılmasıdır. Covid-19 salgını nedeniyle, açık ceza infaz kurumlarında bulunanlar ile kapalı ceza infaz kurumunda bulunup da açık ceza infaz kurumlarına ayrılmaya hak kazanan hükümlüler belli süreyle izinli sayılırken (geçici madde 9/5), tutukluluğun otomatik adli kontrole çevrilmemesi, adli kontrolün hakimin takdirine bırakılması, virüs tehlikesinin azaltılması amacına uygun olmadığı gibi, adaletsizliğe de yol açmaktadır. Bu noktada, uygulamada karşılaşılan acı bir manzarayı da dile getirmek gerekir. Özellikle yargılandığı suç tipi ve alacağı muhtemel ceza miktarı yönünden infaz indiriminden yararlanması söz konusu olabilecek tutuklular, “bizi bir an önce cezalandırın da en azından bu indirimden yararlanalım!” demeye başladı.

Keza ülkemizin en önemli meselelerinden biri olan kadına karşı şiddetin önlenmesine ilişkin bir değerlendirme yapmak gerekirse, 7242 sayılı Kanun ile İnfaz Kanunun geçici 6 ncı maddesinde yapılan değişiklikle, üstsoya, altsoya, eşe veya kardeşe karşı işlenen kasten yaralama suçu kapsam dışı tutulurken, eski eşe, nişanlıya, kız arkadaşa karşı işlenen yaralamalar, TCK’da özel olarak düzenlenmediği için infaz indiriminin kapsamında kalmaktadır. Bu durum, kadına karşı şiddetle mücadelede zafiyet oluşturacaktır.

Benzer şekilde reşit olmayanla cinsel ilişki, çocuğun cinsel istismarı suçlarında infaz indiriminden yararlanılması mümkün değilken, TCK m.226’da düzenlenen müstehcenlik suçu ile m.227/1’de düzenlenen çocuğu fuhşa teşvik ve çocuğun fuhuşta kullanılmasına yönelik eylemleri işleyenler, 7242 sayılı Kanun kapsamında öngörülen indirimden faydalanabileceklerdir. Bu da çocuğa ceza hukuku aracılığıyla sağlanan korumanın “kısmi” olması sonucunu doğurur. Ayrıca m.226 ve m.227’deki düzenlemelerin ne amaçla kapsamda tutulduğunu anlamak da mümkün değildir.

Yine geçici madde 6’ya göre, maruz kaldığı ağır bir hastalık, engellilik veya kocama nedeniyle hayatını yalnız idame ettiremeyen altmışbeş yaşını bitirmiş hükümlülerin koşullu salıverilmeleri için ceza infaz kurumlarında geçirmeleri gereken süreler, azami süre sınırına bakılmaksızın 105/A maddesinde düzenlenen denetimli serbestlik tedbiri uygulanmak suretiyle infaz edilebilir. Bu durumda ağır hastalığı bulunan 66 yaşından gün almış olanlar denetimli serbestlikle tahliye olabilecekken, aynı hastalıktan muzdarip ve bu kişiden 2 ay küçük olan bir hükümlünün tahliyesi mümkün olmayacaktır.

Aynı durum, geçici madde 6/2-a bakımından da söz konusudur. Zira hükme göre, sıfır-altı yaş grubu çocuğu bulunan kadın hükümlüler ile yetmiş yaşını bitirmiş hükümlüler hakkında 105/A maddesinin üçüncü fıkrasında yer alan “iki yıl”lık süre, “dört yıl” olarak uygulanır. Yani, bu kişiler, koşullu salıverilmelerine 4 yıl kalmışsa tahliye edileceklerdir. 7 yaşından bir ay almış bir çocuğu bulunan anne ile bundan 2 ay küçük çocuğu olan annenin farkı nedir? Bu ayrımlar, hangi bilimsel verilere göre yapılmıştır? Maalesef kanunun gerekçesinde bu sorulara yanıt olabilecek mahiyette herhangi bir açıklamaya yer verilmemiştir.

Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Nitekim yukarıda zikredilenlere benzer eleştiriler, birçok hukukçu tarafından da dile getirilmiştir.

Netice itibarıyla, infaz düzenlemelerinde hükümlünün şahsının dikkate alınması ve ilkesel bir yaklaşımla hareket edilmesi, kanun yapım tekniğinin olmazsa olmazları olarak kabul edilmelidir. Aksi takdirde adaletli olmayan ve eleştiriye açık düzenlemelerin ortaya çıkması ve bunların tatbikatında da ciddi sorunlarla karşılaşılması kaçınılmaz olacaktır.

[1] Teklif ile ilgili tarihsel süreç ve teklifin içeriği için bkz. How, W/Leigh, H.D., A History of Rome to the Death of Caesar, New York 2006, s.394.
[2] lex Caecilia Didia’nın, istenilenin elde edilmesi için istenmeyene razı olma baskısı yaratmayı (legem per saturam ferre) yasakladığı hususunda ve kavram ile ilgili detaylı bilgi için bkz. Bardt., C., Zur lex Caecilia Didia und Noch Einmal: Senatssitzungstage der Späteren Republik, Hermes, B.3, 1875, s.305-318. (https://www.jstor.org/stable/4471358?seq=4#metadata_info_tab_contents, erişim:16.04.2020)
[3] http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=30597, erişim:16.04.2020.
[4] http://www.cte.adalet.gov.tr/Home/SayfaDetay/cik-genel-bilgi, erişim:16.04.2020.

2001-2006 yılları arasında Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde lisans eğitimi aldı. 2009 yılında, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Yüksek Lisans Programını tamamladı. 2016 yılında Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Doktora Programından mezun olarak hukuk doktoru ünvanını aldı. Yalova Üniversitesi bünyesinde, hukuk fakültesi dekan yardımcılığı, fakülte kurulu üyeliği, sosyal bilimler enstitüsü yönetim kurulu üyeliği gibi idari görevlerde bulundu. Halihazırda Yalova Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku ABD öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.