ÖZET: Salgında görevli hekimler ve sağlık personeli ile zorunlu olarak çalışanların “Covid-19 virüsü bulaşması sonucu ölümleria bir “iş kazası” olup, Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından yakınlarına “iş kazası ve meslek hastalığı” sigortası dalından “gelir” bağlanması ve ayrıca yeterli prim ödemişlerse eşine, çocuklarına ve koşulları varsa anne ve babasına “ölüm aylığı” bağlanması gerekir.
Sosyal Güvenlik Kurumu yayınladığı genelgede, sigortalıların virüsten etkilenme ve ölümlerinin “iş kazası” veya “meslek hastalığı” değil,a “hastalık” sayılacağını açıklamış olup, bu genelge yasalara aykırıdır.
SALGINDA GÖREVLİ SAĞLIK PERSONELİ HAKKINDA
1) Ülkemizde Coronavirüs salgınının ortaya çıktığı tarihten beri, kamu hastanelerinde, özela hastanelerde ve aile hekimliklerinde görev yapan hekim ve tüm sağlık personelinden “Covid-19 virüsü bulaşması sonucu ölümler, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 13.maddesine göre bir “iş kazası” olup, ölenlerin yakınlarına, Sosyal Güvenlik Kurumu’nca, uzun işlemlere gerek kalmadan ivedi gelir ve koşulları varsa aylık bağlanması gerekmektedir.
2) Her ne kadar Sosyal Güvenlik Kurumu 07.05.2020 tarihinde yayınladığı 2020/12 sayılı Genelgesinde “Covid-19 virüsünün bulaşıcı bir hastalık olduğunu, söz konusu salgına maruz kalan ve sağlık hizmet sunucularına müracaat eden sigortalılara “hastalık” kapsamında provizyon alınması gerektiğini” açıklamış ise de, bua Genelge 5510 sayılı Yasaya aykırı olduğu gibi, Kurum’un daha önce Bursa Sosyal Bilimler Üniversitesi’ne gönderdiği 06.04.2020 gün 5205702 sayılı yazıda “Covid-19 bulaşması sonucu hekimlerin ve sağlık personelinin ölümleri “meslek hastalığı” olarak nitelenmiş; böylece virüsten ölen sağlık personelinin yakınlarına “gelir” bağlanabileceği kabul edilmiştir. Burada tek yanlış, söz konusu ölümlerin “meslek hastalığı” değil, “iş kazası” olduğudur. Ama bu önemli olmayıp, sonuçta anılan yazı ile gelir bağlanabileceğinin kabul edilmiş olmasıdır.
3) Burada kavram kargaşasına gidermek için şu açıklamaları yapalım: Meslek hastalığı, her bir uzmanlık dalının özelliğinden kaynaklanan ve uzun sürede ortaya çıkan, kişinin bünyesel rahatsızlığı olup, salgında görevli hekimlerin ve tüm sağlık personelinin hastalardan virüs kaparak hastalanıp ölümleri bir “iş kazası”dır. Hekimler ve sağlık personeli yönünden meslek hastalığı, örneğin röntgen, tomografi gibi görüntüleme aygıtlarından etkilenerek kansere yakalanma bir meslek hastalığıdır. Genel olarak çalışanlar yönünden, işyerindeki koşullardan etkilenme sonucu, uzun sürede ortaya çıkan meslek hastalıkları, Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliği’nin 18.maddesinde (5) ana grupta toplanmış olup, bunlar: kimyasal maddelerden etkilenmeler, mesleki cilt hastalıkları, pnömokonyozlar ve diğer meslekî solunum sistemi hastalıkları, mesleki bulaşıcı hastalıklar, fiziki etkenlerden kaynaklanan meslek hastalıkları. Bütün bunlar (virüs kaplamada olduğu gibi) ani değil, uzun sürede ortaya çıkan hastalıklardır. Buna karşılık, geçmişte anımsanacağı üzere, kene ısınması sonucu “kırım kongo kanamalı ateşi” hastalığına yakalananları tedavi ederlerken, hekimlerin ve sağlık personelinin solunum yoluyla enfeksiyon kapmaları, meslek hastalığı değil, “iş kazası” idi. Çok eski yıllarda tifüslü hastaları tedavi eden hekimlerin ölümü de “iş kazası” idi.
4) Bu konuda Yargıtay 21.Hukuk Dairesi 15.04.2019 güna a E.2018/5018a K.2019/2931 sayılı kararında, yurt dışına gönderilen Tır şoförününa H1N1 virüsü bulaşması sonucu, yurda döndükten dört gün sonra ölümü bir “iş kazası” olarak kabul edilmiş ve Sosyal Güvenlik Kurumu’nca ölen şoförün eş ve çocuklarına gelir bağlanmıştır.
5) Sosyal Güvenlik Kurumu’nca ister “iş kazası” olarak, ister “meslek hastalığı” olarak nitelensin, sonuçta, 5510 sayılı Yasa’nın 13.maddesia kapsamında sigortalı olan veya sigortalı sayılan hekimlerin ve tüm sağlık personelinin, Covid-19 hastalarının tedavi ve bakımlarını yaptıkları sırada virüsten etkilenerek hastalanıp ölümleri nedeniyle, destekten yoksun kalan yakınlarına 5510 sayılı Yasa’nın 20.maddesine göre “iş kazası sigortası” dalından “gelir” bağlanması gerekmektedir.
6) Ayrıca, ölen hekim veya sağlık personeli, uzun süreden beri sigortalı olup, 5510 sayılı Yasa’nın 32.maddesine göre yeterli miktarda prim ödemişse,a “iş kazası veya meslek hastalığı sigorta” dalından bağlanan “gelir”den ayrı olarak, eş ve çocuklarına “dul ve yetim aylığı” veya bekar olarak ölmüş ise anne ve babasına “ölüm aylığı” bağlanması gerekmektedir.
Hem 5510 sayılıa Yasa’nın 20.maddesine göre “gelir” ve hem 32.maddesine göre “aylık” bağlanmış ise, Yasa’nın 54.maddesine göre, gelir ve aylıkların birleşmesi durumunda, bunlardan yüksek olanın tamamının, az olanın yarısının ödenmesi gerekmektedir.
ECZACILAR YÖNÜNDEN
Yukardaki açıklamalarımızın, zorunlu olarak eczanelerini açmak durumundaki eczacılar ve yardımcıları için de geçerli olması gerekmektedir. Eczacılar her ne kadar bir işverene bağlı değillerse de 5510 sayılı Yasa’nın 4-b maddesi kapsamında kendi adına ve hesabına bağımsız çalışan konumunda olduklarından, Yasa’nın 13-b maddesine göre görevlerini yaptıkları sırada eczanelere gelip gidenlerden virüs kapmaları sonucu ölümleri bir “iş kazası” olarak nitelenmek, yukarda sağlık personeli için yaptığımız açıklamalar çerçevesinde yakınlarına, Sosyal Güvenlik Kurumu tarafındana “gelir” veya yeterli prim ödemesi varsa, ayrıca “aylık” bağlanması gerekmektedir.
GENEL OLARAK ÇALIŞANLAR YÖNÜNDEN
1) Salgına rağmen, zorunlu olarak işyerine gidip çalışmak zorunda olan tüm sigortalıların, iş yeri koşullarında ve işlerini yaparlarken, Covid-19 virüsünün bulaşması sonucu ölümleri de bir “iş kazası” sayılmalıdır. Çünkü zorunlu olarak çalıştırılmamış ve işyerine gelmemiş olsalardı, virüs kapmayacak ve ölmeyeceklerdi.
2) Ancak burada, salgında görevli hekim ve sağlık personelinden farklı olarak, bir ayrım yapmamız gerekmektedir. Çalışanların virüsü işyerindeki bir başka çalışandan kapmış olmaları ya da işyerine gelip gidenlerden veya satış yerlerinde, örneğin AVM’lerde, marketlerde, mağazalarda çalışanların buralardan alış veriş yapan müşterilerden bulaşmış olması gerekir. Eğer, işyeri dışında işçinin yakın çevresindeki ve yaşadığı yöredeki kişilerden virüs bulaşmışsa, bu 5510 sayılı yasaya göre iş kazası sayılamaz. Buna karşılık işyerine toplu taşıma araçlarıyla gitmek zorunda olup da buralardan virüs kapmışsa, bu da iş kazası sayılmak gerekecektir. (5510 sayılı Yasa m.13 ve 6331 sayılı Yasa m.3/g)
3) Yukarda hekimler ve sağlık personeli hakkında yaptığımız açıklamalarda olduğu gibi, genel olarak çalışanların virüsten hastalanmaları ve ölümleri, iş yeri koşullarından veya işe gidip gelirken toplu taşıma araçlarından kaynaklanıyorsa, bu bir iş kazası sayılacak ve yakınlarına, 5510 sayılı Yasa’nın 20.maddesine göre “iş kazası sigortası” dalından “gelir” bağlanması gerekecektir.
4) Ayrıca, işçi, uzun süreden beri sigortalı olup, 5510 sayılı Yasa’nın 32.maddesine göre yeterli miktarda prim ödemişse,a “iş kazası veya meslek hastalığı sigorta” dalından bağlanan “gelir”den ayrı olarak, eş ve çocuklarına “dul ve yetim aylığı” veya bekar olarak ölmüş ise anne ve babasına “ölüm aylığı” bağlanması gerekecektir.
İŞVERENLER SORUMLU TUTULABİLİR Mİ ?
Salgında görevli hekimler ve sağlık personeli ile tüm çalışanların işlerini yaparlarken virüs bulaşması sonucu ölümlerinden işverenler sorumlu tutulabilir mi? Onlardan hangi koşullarda maddi ve manevi tazminat istenebilir ?
1) Önce şu tespiti yapalım:
Sosyal Güvenlik Yasalarına göre “iş kazası” kabul edilen her olay, işverenlerin sorumluluğunu gerektirmez. İşverenlerin iş kazalarından sorumlu tutulabilmeleri, maddi ve manevi tazminat istenebilmesi için:
a) İş kazası, işverenin, 6331 sayılı İş Sağlığı ve İş Güvenliği Kanunu’nun 4-5-6’ncı ve 15’inci maddelerindeki yükümlülüklerinden birini veya birkaçını gerektiği gibi yerine getirmemiş olmasından; 6098 sayılı TBK’nun 417.maddesi 2.fıkrası uyarınca “işyerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi alma, araç ve gereçleri noksansız bulundurma” yükümlülüklerini savsamasından kaynaklanmalıdır.
b) İşveren, 6331 sayılı Yasa’nın 4-5-6’ncı maddelerine göre, işyerinde, teknolojinin ve işyeri koşullarının gerektirdiği akla gelebilecek her türlü önlemleri almamış, ayrıca özen ve gözetim görevini yerine getirmemiş bulunmalıdır. Buradaki sorumluluk, 27.3.1957 gün ve 1/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında açıklandığı üzere, işverenin “özen ve gözetim ödevinin” objektif olarak yerine getirilmemesinden kaynaklanan ve “kusura dayanmayan” bir sorumluluktur.
c) Ayrıca, olay ile zararlı sonuç arasında uygun “nedensellik bağı” kurulabilmelidir. Eğer bu bağ kurulamıyorsa, başka bir söyleyişle, zararlı sonuç ile işverenin işyerinde alması gereken önlemler arasında bir bağ kurulamıyorsa, işveren sorumlu tutulamaz.
2) Yukardaki yasal düzenlemelere göre, çalışanların Covid-19’dana ölümleri nedeniyle işverenlerin sorumlu tutulabilmesi için:
a) Sağlık personeli yönünden, hastanelerde alt yapı ve işletim eksiklikleri varsa, araç ve gereçler yetersizse, personele virüsten korunmaları için gerekli donanımlar yeterli miktarda verilmemişse, o zaman kamu hastanelerinin işvereni olarak Sağlık Bakanlığı ve özel hastanelerin işletenleri sorumlu olacaklardır.
Sağlık personelinin görevlerini yapmak için hastanelere geliş gidişleri özel araçlarla sağlanmamışsa, toplu taşıma araçlarına binmek zorunda kalmışlarsa, buralardan virüs kapmışlarsa, işverenler bu gibi durumlarda daa sorumlu olacaklardır.
b) Genel olarak çalışanlar yönünden işvereni sorumlu tutmak kapsamlı bir araştırmayı gerekli kılacak ve kesin kanıtlar bulunması gerekecektir. Çünkü, sağlık personelinden farklı olarak, çalışanların virüslü kişilere hizmet vermeleri söz konusu değildir. İşyeri koşullarında işverenin sorumlu tutulabilmesi için, işe gelip gidenlerin sıkça sağlık kontrollarının, somut olayda sık sık test yaptırılmamış; işyerinde temizlik ve her türlü sağlık önlemlerinin alınmamış olması gerekir. Ayrıca işe gelip gitmelerde toplu taşımalar yerine servis araçları kullanılması, işverenin sorumlulukları kapsamında kabul edilmelidir.
Kabataş Lisesini ve İstanbul Hukuk Fakültesini bitirmiştir. Onbeş yıl kamuda çalıştıktan sonra, Baroya kaydolup avukatlık ve bilirkişilik yapmaya başlamış; çalışmalarını önceleri İş Hukuku, daha sonra Tazminat Hukuku alanında yoğunlaştırmıştır. Bilirkişiliğin sağladığı olanaklarla, mahkeme dosyalarından derlediği somut örnekleri bilgi birikimleriyle birleştirerek elde ettiği sonuçları araştırma yazıları adı altında yayınlamaya başlamış, daha sonra kitap yazmaya yönelmiştir. Bu çalışmalarının yoğunluğu nedeniyle ve çıkar ilişkilerinden uzak kalmak isteğiyle avukatlık yapmamakta; böylece nesnel ve özgürce düşünüp yazabilme olanağını elde ettiği inancını taşımaktadır.
Çalışma ve araştırma alanı, ağırlıklı olarak insan zararlarıdır. Hakların en yücesi ve en fazla korunması gerekeni "yaşama hakkı" ve bunun özelinde "sağlıklı yaşama hakkı" olduğu inancıyla, olaylara, yalnız hukukun dar penceresinden bakmamakta, tüm toplumbilim dallarından yararlanmaya çalışmakta, özellikle felsefenin parlak ışıkları altında konuları incelemekte; kalıplaşmış ve değişmez din kuralları gibi bağlanıp kalınmış katı kurallara karşı çıkmakta; derlediği bilgileri ve araştırma sonuçlarını aklın ve bilimin süzgecinden geçirerek doğru bildiklerini yazıya dökmektedir.
Bugüne kadar yayınlanmış iki yüze yakın araştırma yazısı ve on iki kitabı bulunmakta; ayrıca internet ortamında oluşturduğu “Tazminat Hukuku” sitesinden genç meslektaşlarını ücretsiz bilgilendirmeye çalışmakta; sık sık katıldığı konferanslarda, eğitim programlarında uygulamada karşılaşılan sorunları tartışmaya açmaktadır.
Ona göre, hukuk, bilim olmanın ötesinde toplum bilimlerinin uygulama alanıdır. Bu nedenle hukuk fakültelerinin birinci sınıflarında felsefe, sosyoloji, yöntembilim, dilbilim, uygarlık tarihi, ekonomi ve siyasal rejimler, genel kültür ve kompozisyon dersleri okutulmalı; yeterli derecede yabancı dil ile birlikte birinci sınıf dersleri hukuk eğitimine geçiş öncesinde "baraj" olmalıdır. İlk yıldan sonraki üç yılda hukukun temel bilgileri okutulmalı; daha sonra iki yıllık uzmanlaşma eğitimiyle (6) yılda hukuk eğitimi tamamlanmalıdır.
Hukuk, toplumun temeli olduğuna göre, hukukçular böylesine ağır ve sıkı bir eğitimle en nitelikli kişiler olarak yetiştirilmelidir.
Hukukçular öğrencilik yıllarından başlayarak, klasikleri okumaya başlamalı ve alt yapılarını oluşturmalı; meslek yaşamları boyunca da kitap okumayı sürdürmelidirler. İlk çağdan başlayarak tüm felsefeleri öğrenmeli; siyasal rejimleri, geçmişten bugüne toplumsal olayları, üretim-emek ilişkilerini bilmeli; insanı ve toplumları anlamak ve kavrayabilmek için bol bol (başta klasik) romanlar, öyküler, düşünce, deneme yazıları, anı kitapları okumalı; duygu ve düşüncenin imbikten çekilmişi şiirlerden asla uzak kalmamalı, tiyatro ve sinema başyapıtlarını tanımalı, güzel sanatların her dalıyla az veya çok ilgilenmelidirler.